20 Mayıs 2014 Salı

Kara Elmas



15.05.2014
İstanbul


İki kızı vardı Mehmet'in. Genç yaşta evlenmiş, 25'ine gelmeden iki çocuk babası oluvermişti. Hayatın yükü daha ağırdı artık, madende taşıdığı yüklerin yanında. Çocuklarına varacağı anı iple çeker, yeraltında geçirdiği dakikaları sayar olmuştu. İşten geldiğinde kızları çoktan uyumuş olurdu. Mehmet'in yıkandıktan sonra yaptıgı ilk iş yanlarına gidip pırıl pırıl, masum iki kız çocuğu 2,5 yaşındaki Naz ve ondan 4 yaş büyük ablası Defne'yi doyasıya koklamak olurdu. Onları koklayınca ne yorgunluk kalırdı Mehmet'te ne de yılgınlık. Bıraksan iki vardiya daha çalışırdı üst üste. Kızlarını koklarken gözlerini kapatır Allah'a şükrederdi içinden bir işi olduğu için. Bazen kızlarından biri uyanır, babacığım diye sarılırdı Mehmet'in boynuna. Hangisi uyanırsa uyansın, hemen uyumaz, oyun oynamak isterdi Mehmet'le. Böyle olduğunda Mehmet'in mutluluğu iki kat artar, kızının onu çok özlediğini düşünürdü. Hemen ardından dalardı hayallere. Naz'ı öğretmen olmuş, Defne'yi de avukat hayal ederdi hep. Sonra birden silkinir, gerçek dünyaya döner, hayalleri için daha sıkı sarılması gerektiğini duşünürdü işine. 2015 Mayıs ayının bir çarşamba sabahı eşine hakkını helal et diyerek çıktı evinden her zaman yaptığı gibi lakin dönüşü olup olmayacağını bilmediği bir işi vardı Mehmet'in. Nitekim o günün akşamı dönmedi evine Mehmet. Yalnız o gün değil bundan sonra hiç dönmeyecekti evine Mehmet. Naz ve Defne'yi koklayamayacaktı bir daha. Hayat mücadelesini babasız verecekti Naz ve Defne bundan sonra. Mehmet, omuzlarındaki yükü, eşine ve kızlarına paylaştırarak göçmüştü bu dünyadan bir lokma ekmek için ve bir avuç kömür uğuruna...

Hasan'ın hikayesi ise daha farklıydı Mehmet'ten. Hasan evleneli daha 1 yıl bile olmamıştı. Gür kumral saçlı, ela gözlü, yakışıklı zıpkın gibi delikanlıydı. Eşi Zeynep'le mahalleden tanışmışlardı. Zeynep'in taliplisi çoktu ama o Hasan'a kaptırmıştı gönlünü tıpkı Hasan'ın da ona vurulduğu gibi. 19'unu bitirmeden evlendi Zeynep Hasan'la. Zeynep açık tenli, renkli gözlü güzel bir kadındı. Belliydi, çocukları kocaman renkli ve çekik gözlü, açık kahverengi saçlı ve beyaz tenli olacaktı kömür karasının inadına. Olmadı, olamadı. Zeynep 20'sinde birileri daha zengin olsun diye dul kaldı ve bu düzen sürsün diye doğmadan öldü çocukları...

Kaç can gitti? 10? 20? 100? 300? 500? Ne fark eder? Giden her can kıymetli değil mi? 

Hikayeler yüreğimden dökülen senaryolaştırılmış hikayeler ama gerçekte yaşananlar da bunlar değil mi? Rakam diye gördüğümüz bu sayıların her biri birer insan, her biri ayrı ayrı Naz'ın babası, Zeynep'in kocası, Fatma'nın oğlu, Kadir'in torunu, Riza'nın yeğeni değil mi?

Birileri yine utanmadan kader deyip geçecek ve bunlar gibi nice hikayeler yaşanmaya devam edecek...

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Hamile Kadınlar !

Ne zaman hamile bir kadın görsem, bebek gelir, çocuk gelir saflık gelir aklıma. Kadınların ne kadar da özel olduklarını düşünür ve hatta kıskanırım.

Ne zaman hamile bir kadın görsem, yaradanın kudreti, doğanın mucizeleri gelir aklıma. İçim sebepsiz sevinçle dolar, hayata olan sevgim artar.

Ne zaman hamile bir kadın görsem, yaşamak gelir aklıma: koca Nazım'ın dediği gibi "Yaşamak bir ağaç gibi tek ve bir orman gibi kardeşçesine..."

Ne zaman hamile bir kadın görsem, anam gelir, karım gelir aklıma. Can verdi çünkü biri bana, birisi de kızıma...

26.07.2013
00:45

Biz Çoktan Kazandık !

17.06.2013

Şehrin göbeğinde kalan birkaç yeşil alandan birisi olan Gezi parkının yerine yeni bir mimari proje yapılmak istenmesiyle başlamıştı herşey. Önceleri sadece konuya ilgili, doğa ve yurtsever küçük bir azınlığın, cılız sayilabilecek eylemlerinden ibaretti ve bu eylemler gazete ve televizyonların son haberleri olarak yer bulabiliyordu kendine. Bir gün, Mayıs ayının son Cuma günü, iktidar sahipleri, elindeki polis gücü ile bu işe son vermek istediğinde, kendi elleriyle kendi sonunu hazırladığının hiç de farkında degildi.

Şehrin içinde kalan birkaç yeşil alandan birisi olan Gezi parkını korumak için başlayan direnişi sonlandirmak için harekete geçen iktidar sahipleri, işte o an yaktılar tüm fitilleri teker teker attıkları her bir gaz bombasıyla.

Önce sadece selamlastigim komşularımla tanıştım. Birlikte katıldık ilk aksam mahallemizdeki yürüyüşe. Yine aynı gece hiç tanımadığım binlerce insanla yürüdüm kilometrelerce el ele. Korkun bizden, çünkü biz çoktan kazandık !

Ertesi günler daha da çok şaşırmaya, bir o kadar da umutlanmaya devam ettim hep. Hayat arkadaşım omuzladı beni gecenin 3'üçünde ekran karşısında yurdum gençlerinin uğradığı zulme ağlarken ve dedi ki kararlı bir sesle "Üzülme Ozan'cığım, yarın biz de orada olacağız, ben çantayı hazırlarım sen merak etme. Sabahtan Arya'yı annemlere bırakır, gideriz Taksim'e" ve öyle de yaptık. Eşimin gözlerinde ilk defa görüyordum bu kararlı ve korkusuz bakışları. Tasa ettigi tek seyin, ona bir şey olursa, arkada bırakacağı kızımız olduğunu ise satır aralarında söylediklerinden cikarabiliyordum ancak. Korkun bizden, çünkü biz çoktan kazandık !

Hikayemiz bitmiyor, aksine gürül gürül akan derelerin birleşerek güç kazanması misali devam ediyordu. Kardeşimi daha çok düşünür olmuştum. Kan bağından öteydi bu duygu "şimdi iyi miydi, sağ salim dönmüşmüy dü." Kuzenimle her sabaha karsi, "ben geldim, sen iyi misin" diye telefonlasiyorduk. Korkun bizden, çünkü biz çoktan kazandık !

Yıllardır görüşemediğim onlarca arkadaşımla paylaşıyorduk artık duygularımızı sosyal medya üzerinden. Hepimiz evlatlarini merak eden birer anne, birer baba olmuş sürekli birbirimizi sorar olmuştuk. Sormanın da ötesinde yardım ediyorduk uzaktan uzağa oraya gitme, buraya sığın diye. Dünya görüşlerimiz, oy attığımız partiler, tuttuğumuz takımlar aynı da olsa başka da olsa farketmiyordu artık. Alptekin'dik, Yusuf'tuk, Yasemin'dik, Tuğba'ydik ama hepimiz önce insandık. Korkun bizden, çünkü biz çoktan kazandık !

Gezi parkindaki hikayelerimiz ise bambaskaydi. Dukkanlarimizda para değil teşekkür geçiyordu. El ele verip temizliyorduk çöplerimizi. Zincir olup erzak taşıyor, kol kola girip horon tepiyorduk. Ben yanımdakinin, yanımdaki benim adımı bilmiyordu ama içtiğimiz sigarayı biliyorduk. Sigaralarımız bitmiyordu hiç. Varken dükkana veriyor, yokken dükkandan aliyorduk. Tekbir getiren ülkücüler geçerken alkışlıyor, halay çeken kürtlere karışıyor, hep birlikte inletiyorduk meydanı "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" sloganıyla. Çarpisinca özür diliyor, yürürken geride kalana "bir seyin var mı?" diye soruyorduk. Hele bir de gazı yiyince hepimiz doktor, hepimiz yılların dostu oluyorduk. Arada birkaçımız taşkınlık yapmaya kalkarsa, onu, buna kalkistigina pişman ediyorduk. Hatta biz tuttugumuz takimlari unuttuk. Korkun bizden, çünkü biz çoktan kazandık !

Yeni arkadaslarım oldu, mangal yurekli Nursal, korkusuz Nevin, deli Yasin. Atatürk'ün gençliği emanet ettigi öğretmenler. Kardeşimin arkadaslariydi hepsi, şimdi benim de can dostlarimlar. Korkun bizden, çünkü biz çoktan kazandık !

Karikatüristleri kiskandiran bir mizah kültürü, Kızılay'ı ezen gecen doktorlar, onurlu Avukatlar, sanatçılar, cebini değil memleketini düşünen sermaye sahipleri. Hepinizi yürekten selamlıyorum. İktidar sahipleri, korkun bizden, çünkü biz çoktan kazandık !

Son olarak canım annem, ilk gün giderken demiştin ya "gidersen hakkımı helal etmem diye" ve artık "Arya için git oğlum" diyorsun ya, iste bu yüzden "Korkun bizden, çünkü biz çoktan kazandık !"

Değdi mi?

Fenerbahçe 2 - 1 Galatasaray

Maç sonunda yaşanan bir kavga sonucu hayatının bahaarında bir taraftar öldürüldü.

Değdi mi 19 yaşındaki bir canın gitmesine? Değdi mi anneler gününde o fidanın anasının ağlamasına? Değmedi, yakışmadı... Bu ortamı hazırlayan Federasyona, Yöneticilere, Futbolculara, Basına ve taraftarlar olarak bizlere yazıklar olsun... Ne yenmenin tadı kaldı ne de yenilmeye üzülmenin anlamı...

Ey yöneticiler; yıllardır yaptığınızı tekrarlayıp karşı tarafı aşağılayıcı, provake eden ve sindirmeye yönelik iğrenç beyanatlar vermek yerine, birlikte, kol kola dostluk mesajları vererek bunun sadece bir futbol maçı, bir eğlence olduğunu söyleseydiniz neyiniz eksilirdi? Cevap: Hiçbirşeyiniz. Büyürdünüz ve tarihe geçerdiniz...

Ey Federasyon; tarafların kaynaşması için organizasyonlar düzenleseydiniz, onları fari play ruhuna uygun davranışlarda bulunmaya zorlasaydınız, yapmıyorlarsa her türlü cezayı verseydiniz, hatta ve hatta gerekirse maçı oynatmasaydınız ne olurdu? Ne olurdu biliyor musunuz, bu sene FB - GS maçı oynanmamış olurdu ama bundan sonraki onyılları kurtarırdınız. Çok büyürdünüz ve küçücük kaldığınız o koltukları doldururdunuz.

Ey Medya; Tiraj ve rayting'den bir kereliğine vazgeçip birlik olup aynı dosluk mesajlarını pompalasaydınız ne olurdu? Ne olurdu biliyor musunuz, tüm dünya basını sizden övgüyle bahseder, dünya genelinde saygınlık kazanırdınız?

Ey taraftarlar; Federasyonun, yöneticilerin ve medyanın oyununa gelmeyip kendi içinizde organize olabilseydiniz, maçtan önce, maç esnasında ve maç sonunda dünyada eşi görülmemiş organizasyonları birlikte yapsaydınız; el ele kol kola görüntüler verseydiniz ve birlikte sloganlar atsaydınız ne olurdu? Ne olurdu biliyor musunuz; yer yerinden oynar, o koltuklarında oturan beyefendiler titrer kendine gelir, kalemini tiraj ve raytinge satan medya mensupları bir daha bizleri doduruşa getirmeye asla cesaret edemezlerdi.

Ne olurdu? Anlayış değişirdi. Spor ve futbol olması gerektiği gibi bizleri ayrıştıran değil birleştiren dünyanın en güzel aktivitesi haline gelirdi.

Bunları yapabilecek yürekler ortaya çıkana kadar hakkımı sizlere helal etmeyeceğim.

13.05.2013

Kızıma...

 
9 Ekim 2011, 12:13
 
Doktor seni ayak bileklerinden tutarken oldu ilk karşılaşmamız. Ellerimle annenin yüzünü oksarken, gözlerimle sana baktım o an. Sen ise kocaman gözlerin açık, ilk nefesini almaya çalışıyordun. Senin ilk haykırışını duyana kadar, saniyeler geçmedi Zeynep'im. Attığın ilk çığlık hem annenin hem de benim yanaklarımızdan akan birer damla gözyaşı oldu, aktı.

İyi ki doğdun Zeynep'im. Sana, mutlu ve huzurlu uzun bir ömür diliyorum.

Ozan Yılmaz

09.10.11

21 Nisan 2011 Perşembe

Ali Sami Yen

12.01.2011


Ara sıra yaptıkları gibi babasıyla el ele tutusup yurumuslerdi o gün de Çağlayan'dan Ali Sami Yen'e. Kontrol noktasina vardiklarinda, 3 yaşındaki bir cocuktan bayrağının sopasını alıyordu polis o gun bir Sarıyer macı oncesi. Bayrak = Galatasaray'dı onun için o günlerde.

Ali Sami Yen'i ise anlamını bilmeden öğrenmişti, sadece 3 kelimeydi onun için. Çok daha sonra idrak edecekti Ali Sami Yen'in sadece bir stat isminden ibaret olmadıgını...

Elinden bayrağı alındığında hissettiği duyguları, 30 yıl sonra, Ali Sami Yen'deki son macını izlerken Galatasaray'ın, yeniden ve derinden yaşadı 33 yaşındaki bir bebek gibi. Şimdi de elinden Galatasaray'a dair ne varsa alınmış hissetmişti çünkü.

3 yasında bir bayraktı, hatta bir bayrağın sopasiydi Galatasaray. 33 yasında, bugün ise Ali Sami Yen...

Bırakın da elinden bayrak sopası alınmış cocuk olayım bugün...Abartıyorsun demeyin ve çok görmeyin yanağımdan suzulen 2 damla yaşı...Geçer...


Ozan Y. Yılmaz

14 Eylül 2010 Salı

Açık Mektup

Öyle fazla söze, lafı dolandırmaya, sakız yapmaya gerek yok:

Entel dantel geçinen, demokrasi çılıkları atarak bir taraflarını yırtan, demokrasiyi sadece halk oyundan ibaret gören ve demokrasi adına "diktatörlüğü" dahi kabul eden sözde aydınlar; (!)

Cehalet ve sefalet içinde yaşarken, din - iman adı altında kolaylıkla kandırlabilen, kaşıkla verip kepçeyle aldığınızda yarabbi şükür diyen, oku(ya)mayan , yaz(a)mayan, bırakın hayat görüşünü, her hangi bir konuda görüşü olmayan, bilerek, isteyerek bu durumda bırakılmış milyonlar;

Menfaati, koltuğu veya konumu için babasını dahi satabilecek, yüreksiz, zavallı sözde sanatçılar, gazeteciler, zenginler;

Ülkemi seviyorum, gerçek demokrasi istiyorum deyip, hemen arkasından "memleketi sen mi kurtaracaksın", "benim oyumla ne olur ki", "bunların hepsi aynı" v.b yüzlerce bahane duyabileceğiniz, sıkıya gelince sıvışan, aslında ülke ve memleket sorunlarıyla ilgilenmeyen hatta bunlardan haberi olmayan, "siyaset ve politika" konusu gündeme geldiğinde oflyan puflayan şikayet eden, konuyu değiştiren aymazlar;

"Oyunu kullanamamasının kendi ihmali olduğunu kabul edip, özür dileyen, özür dilerken yüzü kızaran" bir lideri tabi ki tu kaka ilan edeceksiniz. Aksini beklemem. Bize, BOP eşbaşkanı olduğunu inkar etmeyen, yaptığı her yanlışı bilerek isteyerek yapan, dediğim dedik diyen, ülkeyi dinci, milliyetçi, bölücü diye kutuplaştıran, yürtütmeden sonra yasama ve yargıyı da kendi hükmüne alan dirayetli bir lider lazım... Görmeyen, bilmeyen, duymayan toplum daha fazlasını hak edemez...

29 Ocak 2010 Cuma

Son dakika...

07.03.2008
Ağrı'dan çıkalı yarım saat olmuştu ki, 2 yolcuyu midibüse yetiştirmeye çalışan otomobil bize yetişmişti. Şoför, yol kenarında yolcuları almak için durup midibüsün kapısını açtığında, sıcak hava ile soğuk havanın değişimini gözlerimle görüyordum. Kapının üst tarafından kaynayan bir demlikten çıkan buğu gibi, midibüsün içindeki havanın dışarıya çıktığını görüyor; ayaklarıma gelen soğuktan da dışarıdaki havanın içeriyr girdiğini anlıyordum. Neyse ki bu olay bir dakikayı geçmedi. Tekrar yola koyulmuştuk. Yalçın dağlara tırmanıyorduk artık. Sürekli en kuvvetli konumda çalışan midibüs kaloriferinin sesi, radyodan gelen müziği bastırıyor, adeta kaloriferin güçlü sesi yanında fon müziği havasında çalıyordu. Bir süre sonra her iki sesi de duymaz olmuştum. Alışmıştı kulaklarım. Artık sadece İstanbul'u düşünüyor, kavuşma anının hayaliyle yalçın dağların geçit vermez zirvelerine dalmış gözlerim ve kendi kendime gülümseyen halimle vakit geçiriyordum.

Saat 12'ye yaklaşıyordu. Bir anda yol hiç bitmeyecek hissine kapılmıştım. Tam o sırada Erzurum 1o km. tabelasını gördüm. Hayallerden sıyrılıp gözlerimi yola diktim bu andan sonra. 12:10'da Erzurum havaalanına giriş yapmıştık. Bütün yolcular büyük bir hızla kontrollerden geçip, kontuara yöneldik. Hiç sıra olmaması ve işlemlerimizin hemen sonlanması büyük bir şanstı. 12:20'de uçak koltuğundaydım. Derin bir nefes aldım, sabahtan beri yaşadıklarımı düşündüm. Artık telaş edecek bir şey kalmadığını fark ettim. O an içim ısındı, hafif bir uyku, uyuşukluk hali geldi üzerime. Yüzümde hiç gitmeyen bir gülümseme mimiği olduğunu fark ettim. Bu rahatlama ile kalkış, yolculuk ve Atatürk havalimanına iniş anları sanki hiç yaşanmadı benim için.

Uçak piste teker koyduğunda algılarım yeniden çalışmaya başlamıştı. Zihnimi meşgul eden hiçbir şeyin kalmaması, fiziki bütün yorgunluk ve zorluklardan kurtulmaktan çok daha güzeldi.

23 Nisan 2009 Perşembe

23 Nisan 1920


Laik, demokratik, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucusu ulu önder Atatürk!
Seni, şükran ve minnetle anıyoruz.

Oynaş

Yaşlı insanların yeri ayrıdır bende. Zira, doğumumdan ergenlik çağımın sonuna kadar annem, babam, kız kardeşim ve babaannemle büyüdüm. Babaannem bir babaanneden çok daha fazlasıydı. Hem babamdan, hem annemden bir parçaydı, özeldi. Ebeveyn kavramı iki kişilik değil, üç kişilikti benim için.

Okul çağına gelene kadar hep onunla uyurdum. Onun yatağında, ona sarılarak uyumak, süt kokan nefesini koklamak huzur verirdi bana. Sonraki dönemlerde de arasıra yapardım bunu. Koynuna sokulur, yaşlılara has “nurlu” yüzünü seyrederdim bir süre.

Okul çağına kadar yaşadığım İstanbul’dan ayrılmış, Anadolu’nun şirin ilçesi Merzifon’a yerleşmiştik babamın görevi nedeniyle. Kişiliğimin yerleşmeye başladığı; “anne ve babamla” çatışmalar yaşamaya başladığım bu dönemde en yakın arkadaşımdı babaannem. Koruyucu meleğim de olmuştu artık. Anne-babamın çocuk yetiştirirken yapmaları gereken, ama benim çocuk olarak kabullenmediğim durumlar oluştuğunda, hep babaannemi yanımda bulurdum. Kolları birer kanat, entarisi pelerin, yazması ise hale idi artık benim için.

1984 yılında Merzifon’a geldiğimizde, babaannem 75 yaşına dayanmış ben de ilkokula başlamıştım. Artık arkadaştık ya, dedemden kalan 3 aylık emekli maaşını almak için birlikte tuttururduk bankanın yolunu. Ne banka kartı, ne ATM cihazı yok o yıllarda. Maaşı almak için bankaya gidip almaktan başka bir yol da yoktu doğal olarak. Hala Anadolu’da görmek mümkün mü bilmiyorum ama Merzifon’da şehir içi ulaşımda otomobilden çok faytonlar kullanılırdı. Böylece hem en yakın arkadaşımla faytona binip gezmiş, hem de dönerken bir sürü eşya ile dönmüş oluyordum. Hal böyle olunca, maaş günü yaklaştığında içimi bir heyecan kaplar, o gün geldiğinde ise bu heyecan doruk noktasına ulaşırdı. Faytona biner, ilçede tek şubesi bulunan Ziraat Bankasının yolunu tutardık. Üç ay boyunca beklediğim gündü o gün. Bankaya girip para çekme işlemini yaşamak ise ayrı bir gururdu. Babaanneme, “parayı saymak” ve “makbuzda parmak basacağı yeri göstermek” için yardımcı olmak dünyanın en önemli işiydi benim için. Bu işlemleri yaparken etrafıma bakar, görevli memurların ya da işlem yapmak için bekleyen diğer müşterilerin olanlara tanıklık edip etmediklerini gözlemlerdim. Şahit olan birisini gördüğümde ise göğsüm daha da kabarır, gururum iki katına çıkardı.

Babaannem parayı alır almaz banka içindeki bir banka otururduk. Babaannem parayı bana tekrar saydırıp, kendince de hesabını yaptıktan sonra, paraları koynundan çıkardığı keseye koyardı. Artık sırada işin en zevkli kısmı vardı: Çarşıya çıkıp alışveriş yapmak.

Pastane’den dört beş çeşit lokum, kasaptan üç dört kilo et, manavdan mevsim meyveleri ve evin ihtiyacı olan diğer eksikler tamamlandıktan sonra sıra bana gelirdi. Zamanın çikolata, gofret ve şekerlemelerinden istediklerimi seçerdim. Sonra da üç ay boyunca düşündüğüm ve kafama kazıdığım oyuncakları. Babaannem kardeşimi de unutmaz ve onun için de oyuncak seçtirirdi. Bütün eşyaları faytona yükletir evin yolunu tutardık. Şenlik gününün devamı evde geçerdi. Alınan her şey salona getirilir tek tek poşetlerinden çıkarılır, herkes kendine düşeni seçerdi.

Bu karnaval hemen sona ermez, para suyunu çekene kadar çeşitli şekillerde sürerdi. Maaş alındıktan sonra gelen ilk Pazar günü, yine faytonla ilçenin en güzel hamamına giderdik birlikte. Pazar günü olması sebebiyle hamam genelde kalabalık oluyor ve bazen benim gibi bir veya iki çocuk da olabiliyordu. Hamamdaki yıkanma eylemi, evdekinden çok farklı ve uzun sürerdi. En az dört beş defa tekrarlardı bütün işlemler. En büyük fark ise kesede idi. Kese işlemi büyük bir özenle yapılır ve uzun bir zaman alırdı. Babaannem keseye geçmeden önce en az bir saat geçirirdi ki, kese işe yarasın. Zaten hamamdan çıkarken vücudumuz kıpkırmızı olmadıysa, iyi keselenmemişiz demekti.

Hamam sefasının tam ortasında; herkes sözleşmiş gibi birden, gelirken hazırlanan yiyeceklerini çıkarırdı. Biz de önceden hazırladığımız peynir, ekmek, domates ve biberlerin bohçasını göbek taşına serer; afiyetle yemeye başlardık. Bu zaman, herkesin yıkanmaya ara vererek soluklandığı, sohbet ve dedikodu ortamı haline dönüşürdü. Son dönemdeki dedikoduların mahiyetine göre çok uzun da sürebilmekteydi. Bu sohbetlerden birinde babaannemin anlatılan bir konu hakkında verdiği tepki hala aklımdadır.

1. Kadın: Mehmet Efendinin kızı, kocaya kaçmış.
2. Kadın: Deme kız !
1. Kadın. Valla kaçmış. Hem de uzun zamandır varmış oğlanla arası.

Babaannem, lokmasını yutup, konuşulanlara ortak oldu bir anda:

- İyi kızdır Ayşe emme, “Eli işte, gözü oynaştaydı” zaar.

19 Nisan 2009 Pazar

Sarı Saçlım Mavi Gözlüm




Sana Hasret Sana Vurgun Gönlümüz
Neredesin Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost
Bu Gemi Bu Karadeniz
Sarı Saçlım Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost

Ararım İzini Dolmabahçeden
Bir Daha Dönmez mi Bu Yola Giden
İçimde Sen ,Gözümde Sen Sarı Saçlım Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost

Kurban Olam Yürüdüğün Yollara
Kara Peçe Yakışmıyor Kullara
Uyan Bak Bizim Hallara
Sarı Saçlım Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost

Bulutlar Terinden, Dağlar Kokundan
Sarhoştur Sevdiğim Mahsuni Bundan
Bir Daha Gel, Gel Samsundan
Sarı Saçlım Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost

Aşık Mahzuni Şerif

17 Nisan 2009 Cuma

Ergenekonda 12. Dalga...

ergenekon

er gene kon

şer gene kond

şer gene kondu

şer gene kondu

16 Nisan 2009 Perşembe

Yetişememe Korkusu

07.03.2008
Ağrı THY yetkili satış acentesinin midibüsüne binip hareket etmek üzereydik artık. Yaklaşık 20 kişi, Ağrı’dan Erzurum’a karayoluyla gidecek ve THY’nin 12:20’deki Erzurum-İstanbul tarifeli seferine yetişecektik. Büronun sahibi olduğu her halinden belli olan 30-35 yaşlarındaki bir erkek, son derece şık, markalı, pahalı, yeni ve temiz olduğu aşikar giyim tarzı ile her şeyi organize eden bir patron edasında son kontrolleri yaptırıyordu. Bu haliyle Paris’te sosyetik bir davete katılsa yadırganmayacak şıklıkta idi. Kılık-kıyafet tarzını taşıyabilecek entelektüellikte olamayacağı kesindi . İçi ve dışı birbirine tezattı ve asıl ilgimi çeken konu da bu tezatlıktı ancak, yine de tavır, davranış ve söylemleri ile az da olsa yaşadığı bölge halkından biraz daha farklı olma çabası seziliyordu.

Tüm yolcular koşturmaca içinde valizlerimizi midibüsün bagajına ve sığmayanları da koridorlarına yerleştirdikten sonra harekete hazır beklemeye koyulduk. Ağrı’nın nüfus olarak küçük şehir olması sebebiyle, yolculardan birbirlerini tanıyanlar vardı ve aralarında sohbetler başlamıştı. Yolcular, genellikle Ağrı’nın gelir düzeyi yüksek insanlarından oluşmakta idi ve 20 kişiden sadece 2 tanesi bayandı. Yolcuların yaş ortalaması da düşük değildi. Genelde 50-55 yaşın üstünde kişilerden oluşuyordu. Birkaç genç yolcu kendi halindeydi. Diğer yolcular arasında ise sürekli bir iletişim söz konusu idi. O hareketlilik ve hazırlık ortamında dahi, bazen konuşarak, bazen birbirlerine bir şey ikram ederek bazen de şoföre takılarak geçiriyorlardı zamanlarını.
Konuşmalar yarı Kürtçe, yarı Türkçe bir süreklilik halinde devam ederken, THY acentesinin sahibi de İstanbul’a gidiyor olacak ki en öndeki koltukta yerini almıştı. Midibüsün şoförü de yerini aldı ve saat 09:30 sıralarında yolculuğumuz başladı.

Ağrı’yı çıktıktan birkaç kilometre sonra, şoförün cep telefonu çalmış ve şoför Kürtçe bir şeyler konuşmuştu. Bu konuşma üzerine yolcularda da Kürtçe homurdanmalar başladı. Allah’tan acente sahibi Türkçe konuşarak durum hakkında yorum yapmıştı.

- Yahu tamam. İki yolcuyu arabayla arkamızdan yetiştirecekler. Geri dönmek zorunda kalmayacağız.

Anlaşılan Erzurum'dan kalkacak uçağa binmek isteyen 2 yolcu, arkamızdan araba ile yetiştirilecekti. Midibüsün, arabanın yetişmesini sağlamak için yavaşlayacağı anlaşıldı. Artık içime yetişememe korkusu düşmüştü.

12 Nisan 2009 Pazar

Kırk Yıllık Karım

Kırk Yıllık Karım

Çorbana tuzsuz dedim,
Üzdüm,
Gömleğin ütüsünü beğenmedim.
Nice değmezlere övgü dizdim de,
Sana bir gün olsun,
Meleksin diyemedim.

Sarhoş geldiğim akşamlar
Şakaklarımı ovdun, kahvemi pişirdin,
Bazen komşulara özendinse de,
Beni kırmamak için
Duygularını çoğu kez gizledin
Ben mutlu oldukça,
Gözlerin ışıklandı, gülümsedin.

Yaramaz çocuklar gibi
Nazlandım,
Olur olmaz şeylerle hırpaladıkça seni,
Anne gibi bağışladın.

Benim için döktüğün gözyaşlarını
Ve mutluluk paylaşmadaki cimriliğimi
Allah bilir,
Sen yine yağmurda şemsiyem,
Çölde pınarım oldun,
Ben yapraklarını hoyrat ellerle kopardıkça,
Sen her sabah yeniden
Sevgi çiçekleri sundun.

Hakkını ödemek mi?
Asla gücüm buna yetmez
Kırk yıl sırtında taşıdın,
Beni, sen alıştırdın,

Sana bir sorum var.
Tanrı ömür verseydi,
Kırk yıl daha kahrımı çeker miydin?
Bir ömür daha olsa,
Benimle gider miydin?...


Mehmet Fikret YILMAZ

Yakışmadı


Tarih: 12 Nisan 2009 Pazar saat 19:00
Müsabaka: Galatasaray - Fenerbahçe Turkcell Süper lig 27. hafta mücadelesi


Eğlenceyi, fairplay'i, seyirzevkini, rakabeti, dostluğu ve tüm güzellikleri rafa kaldırdık bugün. Erkekçe değil, kalleşçe, taammüden yapılan hareketler sonucu yine bir başka bahara kaldırdık görmek istediklerimizi.

Bir haftadır ülkemin gündemini işgal eden derbi böyle lekelenmemeliydi. Verilen emekler, trübünlerin çektikleri çile, milyonların televizyon karşısında gördükleri hiç yakışmadı her iki kulübe de.

Biz tepki göstermeyip, bazı şeyleri hep kabullendikçe bize de müstehak be kardeşim. Yazıklar olsun...


Galatabahçe - Fenersaray

Yüzıldan fazladır devam eden Galatasaray - Fenerbahçe ezeli rekabetinde, bugün akşam bir buluşma daha yaşanacak. Yapılan ilk maçta, rekabetin bu boyutlara ulaşabileceğini, iki takımın da Türkiye'nin en büyükleri arasında yer alacağını o günlerde birisi söylese, kimse inanmazdı herhalde. Bir asırdan fazladır, iki takımın mücadelesinde neler yaşanmıştır neler. Kaç nesil bu rekabete tanıklık etti, kaç kişi bu maçlarla sevindi, üzüldü... Oyuncular, toplar, hakemler, tribünler, zeminler değişti; teknolojik imkanlar günbegün çok daha fazlasını sağladı. Önce fotoğraflandı maçlar, sonra radyolarda anlatılır oldu taraftarlarına. Ardından televizyonlu yıllar başladı. Bant yayınlar, canlı yayınlar, renkli yayınlar, pilot kameralar/ofsayt kameraları, yirmi iki kameralı yayınlar, pierolar, HD yayınlar... Peki ya seyredenler, seyirciler? Onlar da gelişip daha medeni şartlarda, daha çağdaş trübünlerde maç izler oldular mı bu süreçte? Tribünlerimiz Avrupa standartlarına kavuştu mu yoksa elli yıl önceki şartlar mı var hala? Cevabı açık ve ortada, bir milim ilerlemedik. Eskiden betonda ayaktaytık, şimdi plastik koltuklarda ayaktayız. Eskiden de merdivenlere otururduk tribinlerde şimdi de, eskiden de koyun sürüsü gibi girip çıkardık trübünlere şimdi de. Ama haksızlık etmeyelim. Eskiden "Hakem gözüne gözlük" diye bağırırken, çok çeşitlendirdik tezahüratlarımızı. Hatta hatta artık hakemin tüm ailesine atıf var tezahüratlarda.

Duyduklarım ve okuduklarım, bugün artık birer hayal sadece. Yan yana maç izlenen yıllardan, konuk takım taraftarlarının, stadın çok küçük bir bölümünde adete bir kafes içerisinde maç izlediği yıllara geldik. Holiganizmin de her geçen yıl tırmandığını düşünürsek; Galatasaraylılarımız, Galatabahçeli; Fenerbahçelilerimiz, Fenersaraylı olur mu diye düşünmek çok hayalci bir yaklaşım oluyor.

Teknolojinin gelişmesi, futbol pazarının inanılmaz büyümesi, gelişmesi; bazı şeylerin yerinde saymasını, hatta geriye gitmesini engellemedi malesef.

Ne zaman daha aklı selim, daha medeni, daha çağdaş bir ülke oluruz, o zaman bir şeyler değişecektir. Bu ne kadar sürer bilmem ama benim henüz doğmamış, hatta ne zaman doğacağı dahi planlanmamış çocuğum, doğup, büyüyüp beraber maça gideceğimiz yaşa gelene kadar geçecek süreçte, tüm bu olumsuzlukarın düzeleceğine dair hiç umudum yok.

Kim bilir, belki takımlarımız 200. yıllarını kutlarken, torunlarımız tüm bu çirkinlikleri yenmiş olurlar...

10 Nisan 2009 Cuma

Zıvanadan Çıkmışız

Şiirlerini dinledikçe, hep "neden" diye düşünmüştüm. Neden onun şiirlerini ailesi, yakın çevresi ve sınırlı bir edebiyat zümresi bilir ve okur diye. Şiirlerini okurken ve onun ağzından dinlerken; bir Orhan Veli, bir Necati Cumalı okur, dinler gibiydim sanki. Çok beğendiğim şiirlerinden biri olan "annem" şiirinden birkaç mısra yazmadan geçemeyeceğim,

Sevgili Anacığım

Bu gün anneler günü …
Mayısta anneler günü olur ana,
Sen de bilesin diye yazıyorum bunu, utana utana…

Büyük kentlerde anneler gününde, hediyeler,
Beyaz karanfiller sunulur,
Kutsal emeklerin yüce sevgilerin ödülü.

Bilirim yine elinde çapa ile geldi bahar sana,
Yine iki büklümsün.
Bir zaman bana verdiğini, şimdi de veriyorsun,
O uzak köyümüzdeki, el kadar toprağına…

Mayısta anneler günü olur ana
Sen de bilesin diye yazıyorum bunu, utana utana,
Sırtında gezdim bir zaman,
Ahırda, tarlada , dağda
Benim ayağıma diken, senin yüreğine hançerdi batan.

Sen
Çatlamış körpe dudaklarıma ağlayan,
Gözlerin var ya gözlerin…
En güçlü kötülüklere kalkan.
‘Seni okutacağım’ diye,
Ant içen kahraman.
Ve öküzünü satıp,
Kente ilk gönderirken ardımdan,
Sabahlara dek dualar okuyan.

Sağol anam,
Büyüdüm şimdi
Sen ‘kurtul evladım git buralardan’’ demiştin ya,
Gittim uzağa,


Bugün anneler günü,
Bağışla yine elini öpemedim.
Ana gibi yar olmazmış, vatan gibi diyar,
Ağlamak hafifletir yüreğini belki,
Ağla ki olasın bahtiyar.


Bu gün Anneler Günü Ana,
Bir iyilik daha yap evladına;
Bir karanfil tohumu at,
O çapaladığın eski toprağa…


O da sonunda şiirlerini bir kitapta toplayıp yayınlamaya karar verdi. Şimdilik sadece ismini biliyorum kitabın ve hasretle, raflarda göreceğim günü bekliyorum.


* Kitabın Adı: Zıvanadan Çıkmışız
* Yazar: Mehmet Fikret Yılmaz
* Tür: Edebiyat - Şiir

Ders: Genel Kültür - Konu:Fosfor

"Fosforun Faydaları - I"

9 Nisan 2009 Perşembe

Aydın ile Ay(ma)dın Arasındaki Fark...

Aydın (!): Deniz Baykal varken CHP'ye oy vermem !
Ay(ma)dın: Tayyibe vereceğim, kömür dağıtıyor.

Aydın(!): Parti içi demokrasimiz batılı ülkelerle yarışır düzeyde değil. AB ülkelerinde reform hareketleri tamamlandığından beri, demokrasinin önündeki engeller kaldırılmış durumda. Bizde eksikler var. Mevcut siyasal partileri "düzen partileri" olarak görüyorum, oyumu boş atacağım.
Ay(ma)dın: Son Osmanlı Padişahi I. Recep Tayyip Erdoğan. Sen ne dersen o olur.

Aydın(!): Merkez partiler, tarihsel geçmişlerine rağmen, halk ile bütünleşme konusunda sorun yaşamaktadırlar. Örgüt yapıları köhneleşmiş durumda. Görüşlerimi tam olarak yansıtan bir parti bulamıyorum.
Ay(ma)dın: Ampüle vereceğim.

Aydın(!): Dürüstlük bir yere kadar. Evet dürüst olmak önemli ama daha vizyoner olunmalı.
Ay(ma)dın: Bunlar Müslüman.

Aydın(!): Doğru dürüst muhalefet yapan bir parti yok memlekette.
Ay(ma)dın: Daha iyisi yok ki... (AKP için)

Aydın(!): Çatık kaşlı bir liderle olmaz bu iş (CHP için...)
Aydın(!): Gözünün üstünde kaşı var...
Aydın(!): Vesaire, vesaire, vesaire...

Ay(ma)dın: Çalıyorlar malıyorlar ama çalışıyorlar kardeşim...

Aydın ile Ay(ma)dın oy verince, demokrasi işliyor. Milli irade sandığa yansıyor. Ertesi günün manşeti: "Demokrasinin Zaferi"

Memleketi Sen Mi Kurtaracaksın ?

Siyaset, politika ve ülke yönetimi konularına; aklım erdiği yıllardan beridir ilgiliyimdir. Bunu bir meziyet veya artı bir özellik gibi söylemek de istemem aslında. Her vatandaşın, ülkede yaşayan her bireyin, bir dünya görüşü olmalı; siyaset, politika ve ülke yönetimi hakkında görüşler taşımalı ve faaliyet göstermelidir. Gelişmiş ülkelerin bireyi, yaşadığı topluma, yönetime, siyasetine duyarsız kalamaz. Kalırsa ne olur durum ortada.
1980'den sonra daha belirgin şekilde siyasetten uzaklaştırılan, görüşlerini, düşüncelerini paylaşmaması ve bu doğrultuda herhangi bir faaliyet göstermemesi için bastırılan bir milletiz. Yaşı 35-40'ın altında olanlar, bırakın dünya görüşleri ve siyasi fikirlerini tartışmayı, ülke sorunları hakkında konuşmayı, bu sorunlara kafa yormayı dahi anlamsız ve sıkıcı buluyor. Oysa Atatürk gençler için ne söylemişti hatırlatmakta fayda var:
"Cumhuriyet'i biz kurduk, O'nu yükseltecek ve sürdürecek sizlersiniz."
"Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir." Gençlik bu öğütleri anlamak, algılamak ve bu doğrultuda çalışmaktan çok uzak.
Gençlerle -ki ben de hala bu gruptayım- ülke, memleket, politika, siyaset hakkında konuşunca duyacağınız ilk cümle şu oluyor hep "Aman, boşver. Memleketi sen mi kurtaracaksın ?"
Boşverelim. Memleketi biz mi kurtaracağız? Kurtarmayı düşünen ve bunun için çalışan AB, ABD, IMF var nasıl olsa. Biz onlardan daha mı akıllıyız canım !

8 Nisan 2009 Çarşamba

Yoksulluk ve Soysuzluk…

Yarı gelişmiş toplum olmanın verdiği sıkıntıları birkaç nesildir yaşıyoruz ve en az birkaç nesil daha yaşayacağız. Yaşam şartları çok çetin. Halk, yoksullukla mücadele ediyor, görüntü ise çok farklı. Hükümetin, gazetelerin, televizyonların, Obama’nın anlattığı ülke ile benim ülkem arasında dağlar kadar fark var.
Tüm bu saydığım yönlendiricilere göre Türkiye,
- Batı ile doğu arasında çok önemli bir köprü
- Startejik iş ortağı
- Laikliği özümsemiş model bir İslam ülkesi
- Eşsiz tarihi güzelliklere ve çok değerli kaynaklara sahip bir ülke
- Arabulucu
- Ortadoğu’nun istikrar abidesi
- Balkan’ların büyük gücü
- Doğu’nun modeli
- Batı’nın vazgeçilmezi
- Güney’in bekçisi
- Kuzey’in tamponu
Geçekler ise şunlar:
- Gecekondu mahalleleri ile savrukluğun simgesi insanların yaşadığı semtlerin birbirine modern(!), çağdaş (!) ve teknolojik (!) viyadük ve köprülerle bağlandığı,
- Pis işlere kolay ortak bulabileceğiniz,
- İslamiyeti de laikliği de eline yüzüne bulaştırmak için her geçen gün daha fazla çaba harcayan,
- Eşsiz tarihi güzelliklerini her gün bir bir yok eden, var olan kaynaklarını sorumsuzca tüketen ve ne gibi değerli kaynaklara sahip olduğunu hiç bilmeyen,
- IMF’den ve diğer kaynaklardan borç alma konusunda uzman bir pARABULUCU
- Ortadoğu’nun nefret ettiği,
- Doğu’nun ilgilenmediği,
- Batı’nın sömürdüğü,
- Güney’in kullandığı,
- Kuzey’in çullandığı
Bir ülkeyiz. Hep birlikte, yoksullar ve soysuzlar “Huzur ve barış içinde” kardeş kardeşe yaşıyoruz işte. Daha ne isteyelim…

3 Nisan 2009 Cuma

Planlanmamış Durak...

07.03.2008



Hayatında ilk kez uçağa binmeyi düşleyen ve bu konuda benden cesaret alan Recep; sis, sefer iptali gibi nedenleri de duyunca, uçağa binme planlarını belki de sonsuza kadar erteleycekti.

- Ozan abi. Abi ben paşa paşa otuz (30) saat otobüsle giderim. Hem sürenin uzunluğu, hem de yorucu olması da sorun değil abi. Sarsıntılar da bana tekerin yere değdiğini hatırlatır. Mis gibi...

dedi Recep şehir merkezine dönerken. Bunun üzerine THY bürosunun önünde ben taksiden indim, taksiciyle anlaştığımız tutarı Recep'in eline sıkıştırarak...

- Allah'a emanet ol Abi,


- Sağol Recep, sen de.

Saat 9:00 olmak üzereydi. Bir sonraki günkü uçakla mı gideyim, çevredeki havaalanı bulunan illerden birine mi gideyim düşünceleriyle daldım bürodan içeriye. İçeriye girdiğimde, önce dışarı ile ısı farkını hissettim. Hissedilmeyecek gibi değil, yaklaşık 30 derece. (+20 / -10) Bu histen sonra, gördüğüm manzara, herkesin aynı anda konuştuğu, iki bilet satış temsilcisinin önündeki düzensiz insan kalabalığı ve iki temsilcinin aynı anda iki telefon ve üç dört kişi ile konuşma çabası idi. Birkaç dakika ortamı gözlemleyip neler olduğunu anlamaya çalışmak en iyisi olacaktı ve öyle yaptım. Birkaç dakikanın sonunda konu aydınlanmıştı. Ağrı uçağı yolcuları, 12:20'deki Erzurum'dan kalkacak uçağa yetiştirilecekti. Hemen gerekli işlemleri yaptırdım ve insanların arasından sıyrılarak ne kadar vaktim olduğunu görevliye sordum. 10-15 dakika içerisinde hareket edileceğini söyledi. İstanbul'a geleceğimi bilen tek kişi olan nişanlımı arayıp durumu anlatmak istedim. Bürodan fırladığım gibi etrafta bir telefon kulübesi aradım. - cep telefonumu askere gelirken evde bırakmıştım - Birkaç yüz metre civarda kulübe aradım ancak bulamadım. Sonunda, vitrin camında, yüzyıllardır orada asılıymış gibi duran ve üstünde "Telefon Edilir" yazan ibare bulunan bir bakkal dükkanı bulup içeriye daldım.
- Selamünaleyküm. Telefon çalışıyor mu?

Evet anlamına gelen baş işaretini alır almaz çevirdim numarayı. Nişanlım telefonu açar açmaz konuşmama izin vermeden başladı hızlı hızlı anlatmaya.
- Ozan, bileti benim kredi kartımla aldığımız için sana ulaşamadıklarından beni aradılar. Uçak iptal olmuş. Sana ulaşıp söyleyemedim.
dedi. Ben olayı detaylıca anlatınca iki adım önde olduğum ortaya çıkmış ve ortada bir sorun kalmamıştı.
Artık tek sorun kalmıştı: "Gereken saatte Erzurum'a ulaşmak..."

6 Ocak 2009 Salı

Uçak muçak yok bugün...


07.03.2008

Havaalanı girişindeki görevlinin ağzından dökülen her bir kelime ile adeta donmuştum. O öldürücü soğuk bile bu donma etkisini yaratamamıştı vücudumda. Saniyeler sonra kendime gelip konuşabilmiştim;
- Ne demek niye geldiniz? Yolcuyuz. Uçağa yetişeceğiz.

- Ağabey yabancısın sen belli oluyor. Burada kışın uçak bir gün kalkar iki gün kalkmaz. Uçuş iptal oldu. İstanbul'dan uçak kalkmadı zaten. uçak muçak yok bugün anlayacağın.

- Yapma ya. Ne yapacağız biz şimdi?

- Valla ağabey merkezdeki THY bürosuna git, paranı al, sonra da bin otobüsüne 30 saat sonra İstanbul'dasın

diyor ve sanki halime acıyarak gülümsüyordu. Aslında sonradan düşündüğümde o anki psikolojimle böyle yorumladığımı anlayacaktım.

- Sağolasın. Hadi kolay gelsin.

diyerek taksi şoförüne dönüyordum;

- Hadi hemen merkeze, THY bürosuna...

20 Aralık 2008 Cumartesi

Hayalet Havaalanı

07.03.2008



Er Mustafa ile konuşmaya dalmışken geldi İsmail, saat 06:30 civarında.
- Hadi Ozan gidelim. Geç kaldık zaten. Öğrenciler okula yetişecek.
- Tamam geliyorum İsmail.
Karakol duvarının hemen önündeki buzla kaplı köy yolunun üzerine park etmiş İsmail'in minibüsüne binip tam kapıyı kapatacken arkadan birsinin bağırdığını duydum.
- Dur Ozan dur. Bekle !
- Hayırdır Recep ne oldu ?
- Abi ben de seninle geleceğim.
- Recep sen otobüsle gitmeyecek miydin İstanbul'a? Bu saatte yola çıkmana gerek yok ki. Otobüs öğleden sonra kalkmıyor mu?
- Abi, uçağa hiç binmedim. Korkuyorum. Sen İstanbul'a uçakla gideceğini söyleyince çok düşündüm. Senin sayende ben de uçağa binebilirim diye düşündüm.
- Hadi gençler geç kalıyoruz,
dedi İsmail tam da bu sırada.
- Tamam İsmail gidiyoruz. Hadi o zaman atla.
dedim Recep'e
Yola çıkmıştık artık. Köy içini geçerken koyun sürülerinin melemeleri ağıllardan geliyordu. Her bir melemenin bir koyuna mı bir kuzuya mı ait olduğunu kestirmeye çalışarak kendi kendime oyun oynuyordum. Büyük çoban köpekleri aninden minübüsün önüne atlıyor sanki bir canavarla mücadele edermişcesine dövüşüyorlardı minibüsle.
Köyü çıkıp 45 dakika sürecek 17 km'lik Ulukent - Diyadin yoluna düşmüştük. Yol tamamen karla kaplı olduğundan yolun asfalt mı, patika mı olduğunu kestiremiyordum ama yaşadığım sarsıntılardan çok bozuk bir yol olduğunu hayal edebiliyordum.
Yaklaşık 40-45 dk sonra ilçedeydik. Sivil kıyafetimin üzerine giydiğim hücum yeleğini, hücum yeleğinin cebinde bulunan şarjörleri ve G3 marka uzun namlulu silahımı idari işlerden sorumlu askeri koğuştaki yatağından kaldırarak teslim ettim. İlçe Jandarmanın kapısından çıktığımda kuş gibi hafiftim artık. Tek ağrılık Recep'ti ki o da can yoldaşı olmuştu bana bu yolculukta.
İlçe merkezinin bir başından diğer başındaki Ağrı minibüslerine yürüyorduk. Bu yürüyüş uzun sürmedi çünkü ilçe merkezinin tek caddesinde bu mesafeyi yaya olarak almak 5-6 dk sürüyordu.
Ağru minübüsüne binip yaklaşık 45-5o dk süren bir yolculuktan sonra Ağrı il merkezine varmıştık. Taksiyle yaptımız pazarlıktan sonra (pazarlıkta anlaşamazsak havaalanına gitmek için başka seçeneğimiz olmadığını bile bile pazarlık yapmamızın nedenini hala düşünüyorum.) havaalanının yolunu tutmuştuk. Ağrı havaalanı il merkezine 5-6 km uzaklıktaydı. Evler bitip düzlüklere ulaştığımızda havaalanına yaklaştığımızı anlamıştım. Anayoldan havaalanına döndüğümüzde, giriş bariyerle kapatılmış olduğundan durduk. Güvenlik kulübesinin içinden kafasını çıkaran bekçi seslendi,
- Hayırdır. Niye geldiniz ağabey !

Ölüm Allah'ın emri, şu ayrılık olmasaydı...

07.03.2008
Dün gece ne soğuk, ne karanlık, ne diğer askerlerin yaşattığı zorluklar yoktu. Vardı da beni etkilememişti hiç birisi. Bir düşüncenin insan beynine bu kadar hükmetmesine sonradan düşününce şaşacaktım. Akşam saatlerinden sabahın ilk ışıklarına dek aklımda sadece uçağın tekerleklerinin Atatürk Havalimanına değdiği an vardı. Diğer günlerde geçmemek için direnen zaman su gibi akıyordu...
Geceleri Karakol binasından koğuşa giderken, iki binanın tam ortasında, karanlığın içinde hep bir ürperti hissederdim. Etrafımda, üzerinde mağaraların yer aldığı yüksek tepeleri göremez ancak gündüz görünen hallerini zihnimde canlandırır ve hissederdim. Bu yolu (30 - 40 metre) bir gecede en az 9-10 defa gidip gelirdim. (Koğuşu kontrol etmek veya kaçamak dinlenmeler için) Dün gece sanki bu yolda yürümedim. Olmak istediğim yerde yürüyordum. Galata'da, Taksim'de, Moda'da... İnsan zihni isteyince kendisini ne kadar da güzel kandırabiliyormuş meğer.
Sabahın ilk ışıkları belirdiğinde ilk defa hiç uykum gelmeden bir gece geçirdiğimi fark ettim. Gecenin bir iki saatini koğuşta eşyalarımı düzenlemek ve yanıma alacağım çantamı toparlamak için geçirmiştim. Ağrı - İstanbul uçağı saat 11:05'de idi. Bu uçağa yetişebilmem için saat 06:00 civarı Karakoldan (köyden) ayrılmam gerekiyordu. Beni bekleyen meşakkatli bir yolculuk vardı çünkü. Karakol komutanından dün gece izin almıştım zaten görevimi 2 saat erken bırakmak için, köyün iki dolmuşçusundan biri olan İsmail'e de sıkı sıkı tembih etmiştim köydeki öğrencileri ilçeye götürürken beni de alması için.
Saat tam 06:00'da ben hazırdım. İsmail henüz ortalarda görünmüyordu. Nöbetçi Astsubay'ın yanına giderek tekrar teyit ettim görevimi iki saat erken bırakcağımı.
Santral'de gece görev yapan er Mustafa;
- ee Çavuş. Ne diyorsun bu işe. Gidiyorsun izine hadi hayırlı olsun. Boşver her işte bir hayır vardır.
- Biliyor musun Mustafa, gurbet ve özlem yaşanmadan bilinmezmiş be. Dün izne gitmeyeyim diye çırpınırken şimdi gittiğime seviniyorum. demişler ya "Ölüm Allah'ın emri, şu ayrılık olmsaydı..."

10 Aralık 2008 Çarşamba

Zorunlu İzin...

06.03.2008
Saat 20:00 sularıydı. Santral odasına girdiğimde, nisan ayı izine çıkacaklar listesi,panoda asılıydı. Birden gözüme ilişti...

Recep Çelik, Bülent Sert, Tahsin Bozkurt, Ozan Yusuf Yılmaz...
Listeye saniyelerce baktım. Gözlerime inanamıyordum. Ozan Yusuf Yılmaz yazıyord, yani ben.İsmim zihnimde defalarca tekrarlanıyor, sanki içimde birisi kısık sesle hiç durmadan ismimi fısıldıyordu. Sessizliği santral görevlisi er Tahsin bozdu;

- Ya çavuş, senin ismin de listede.

- Tahsin. Şakayı bırak. Ben izne gitmeyeceğim.

- Ne şakası çavuş. Bölükten söylediler. İaşeni bile kesmişler.

- Başçavuş nerede?

- Tim oda...

Tahsin'in sözleri bitmeden hemen bitişikteki tim odasının önündeydim. Neyi nasılsöyleyeceğimi düşünmeden kapıyı çalmıştım bile. O an ne söyleyeceğim konusunda hiçbir şeydüşünmediğimi farkettim ancak artık birşeyler düşünmek için çok geçti. Karakol komutanının"gel" demesi için sadece birkaç saniye vakit vardı ve bu zamanı da üstüme başıma çeki düzenvermek için harcamam gerektiğinin farkındaydım. Bir iki saniye içinde Başçavuş'un tok sesi duyulmuştu;
- "geeel";

- Ozan Yılmaz Sivas. Bir durum arz edebilir miyim komutanım?

Kelimeler otomatik olarak ağzımdan dökülürken, tim odasında çok farklı, yani her zamankindenfarklı bir hava olduğunu sezinlemiştim. Karakol komutanı bilgisayar bulunan masada (makam)otururken diğer iki uzman çavuş da masanın hemen karşısında masaya yan gelecek şekildekonulmuş, önlerinde sehpa bulunan sandalyelerde oturuyorlardı. Başçavuş, sanki ölü çıkmışbir evin sahibi gibiydi. Suratındaki ifade anlamsız ve boştu. Dakikalar önce şiddetli konuşmalar yaşanmış da herkes yorgun düşmüş ve susmuş gibi duruyordu. Söylediğim kelimeleradeta havada asılı kalmıştı.

Başçavuş kafasını hafifçe kaldırarak bana baktı ve hiçbirşey söylemeden bekledi. Gözleridevam etmemi belirtiyordu. Diğer iki uzman çavuş'un durumunda ise bir değişiklik olmamıştı.

- Komutanım. Birkaç gün önce size belirtmiştim izne gitmek istemiyorum diye ancak şimdinisan ayı izin listesini gördüm. İsmim var. İzne mi gideceğim komutanım?

- Evet Ozan. Yarın sabah izne gidiyorsun.

- Emredersiniz komutanım,

diyerek ve baş selamı vererek odadan çıktım. O an söylenebilecek ve sorulabilecek birçok şey olduğunu sonradan farkedecektim.

Hiç ihtimal vermediğim, nedenini hep düşüneceğim olay gerçekleşmişti. İzne gidiyordum. Hem de bu gecenin sabahında. Sabaha kadar görevimi yapacak, hiç uyumadan gidecektim.
Hemen nişanlımı arayarak olayları detaylıca anlattım. Üzülsek mi, sevinsek mi bilmiyordukikimiz de. Başka kimseyi aramadım. Sevgilimle herkese sürpriz yapmayı kararlaştırmıştık çünkü. Şansımız da yağver gitti ve hemen ertesi sabaha Ağrı'dan İstanbul'a uçak bileti bulmuştuk. Nişanlım internetten bileti satın aldı. Artık gidiyordum. Bundan geri dönüş yoktu.

Anlam veremediğim ve cevabını bulamadığım iki soru bütün gece aklımdan gitmiyordu.

1) Başçavuş ve uzman çavuşların halleri...
2) Ağrı il jandarma komutanlığı emrinde askerlik görevini yapan seksen kısa dönem askerden neden ben zorunlu izne gidiyorum?

7 Aralık 2008 Pazar

Sürpriz İzin...

03.03.2008
- Çavuş, izne gidiyormuşsun.
- Ne izni ! Ben izne gitmeyeceğim.
- Çavuş vallahi çıkmış galiba iznin. İstrsen karakol komutanıyla bir konuş.
Akşam yemeğinden sonra bu diyalog geçti santral görevlisi er Tahsin'le aramızda. Sonra kendi kendime düşünüyordum er gazinosunda (gazino derken hem yemekhane hem de gazino olarak kullandığımız yirmi yirmibeş metrekarelik bir odadan bahsediyorum.)
"Yok canım. Ben istemedikten sonra beni niye izne göndersinler ki. Buradaki diğer askerler tim askerleri ve mecburi gidiyorlar izne. Ben hem münferitim hem de kısa dönem. Ben istemedikten sonra kimse beni izne gönderemez."
Kendimden çok emindim ancak yine de içimde kalan ufak şüpheyi gidermek için karakol komutanına çıkıp izne istemeyeceğimi söylemeye karar verdim. Önce santrale gidip Tahsin'le tekrar konuşmak istedim.
- Tahsin sen nereden çıkarttın izne gideceğimi? Ben hem kısa dönemim hem de münferitim. Bana mecburi değil izin
dedim Tahsin'e, sanki bu durumun sorunlusuymuş gibi.
- Vallahi çavuş, bölükten gelen listede görünüyorsun. İstersen karakol komutanıyla bir görüş.
diyerek cevap verdi Tahsin.
- Ben de onu düşünmüştüm Sağolasın. Komutan odasında mı?
- Tim odasında. Nöbetçi astsubay var yanında. Git istersen.
Bunun üzerine tim odasına yöneldim.
Tak tak tak... İçeriden karakol komutanının tok sesi yükseldi,
- Geeeel...
- Ozan Yılmaz Sivas. Bir durum arz edebilir miyim komutanım?
- Söyle Ozan.
- Komutanım. İzinler konusunda bir şey duydum. Bu ayki izin listesinde adım varmış. Ben gitmeyeceğim değil mi?
O kadar emin sormuştum ki, karakol komutanı astsubay başçavuş biraz şaşırmış bir edayla cevap verdi,
- Nereden çıkarıyorsun bunu? Planlı izinse gideceksin,
dedi başçavuş pek düşünmeden ya da düşünmek istemeden.
- Ama komutanım. Bize izin mecburi değil diye biliyorum. Devrelerimden zorunlu izne giden kimseyi duymadım.
diyerek haklılığımı ortaya koymaya çalışıyordum adeta.
- Sen gitmek istemiyor musun?
diye sordu başçavuş.
- Zaten dört ay usta birliğim var komutanım. İzne gitmeyip erken çıkmak istiyorum.
diyerek konuya son noktayı koymak istedim.
Karakol komutanı her zaman verdiği cevaplardan birini verdi,
- Hallederiz koç...
Bu cevabın ne anlama geldiğini bütün karakol biliyordu. Eğer karakol komutanı "hallederiz koç" diyorsa o konu hiçbir zaman hallolmuyordu.
Hallederiz koç mu? Bu da ne şimdi. Hakkım olan bir şey için istekte bulunuyorum ve karşımda -sanki bana bir lütufmuş gibi- hakkım olan şeyi bana tekrar sunan bir komutan ! Boşver Ozan. Askerlikte buna benzer çok olay gördün sen. Hatta birçok uygulamayı da haklı buldun kendi mantığı içerisinde. Bunları düşünerek ve komutanı selamlayarak çıktım odadan.
Yok canım. Karakol komutanı "hallederiz koç" demekle birşeyler yaptığını düşünmemi istemiştir. Zaten beni izne göndermeyecekler, ben istemedikçe...

Doldur boşalt...

14.02.2008

Niye ölükent dediğini Fahrettin'in anlamıştım artık. Etrafı dağlarla çevrili bir köy ve köyün içinde derme çatma bir karakol.

Tüm hayatımız bir futbol sahası büyüklüğündeki alanda geçiyordu. Tek katlı küçük bir karakol binası, tek katlı biraz daha büyük koğuş binası ve karakol komutanı ile uzman çavuşların kaldığı misafirhane. En büyüğü yirmi metre uzunluğunda, beş metre genişliğinde bir binadan ibaret.

Buraya geldiğimin üçüncü günü karakol komutanımızın bize sunduğu iki görevden seçimimizi yapmıştık. Buraya iki kısa dönem çavuş olarak geldik, bir aylık eğitimimizi tamamladıktan sonra. Karakol komutanı ilk geldiğimiz gün diğer kısa dönem çavuş olan Ahmet Yeşil ile beni odasına alarak sohbet edip çay söylemişti. Bu sırada birimiz için nöbetçi çavuşluk, diğerimiz için ise pusuya çıkma görevini düşündüğünü belirtmişti. Pusu görevi, karakolun arkasındaki hakim tepede yer alan kulübede ve kulübenin dışında tutulan nöbetti. Üç kişi sabah 06:00'dan akşam 06:00'a kadar tepedeki mevzilerinde nöbet tutuyordu. Öğlen bir lişi gelip, yemeklerini alıp hemen çıkıyordu tekrar pusuya.

Nöbetçi çavuş ise adeta nöbetçi astsubayın sözcüsü ve emir eri gibi çalışıyordu. Neöbetçileri değiştiriyor, içtima alıyor, yemek düzenini sağlıyor, mıntıkaları denetliyor velhasıl komutanla iç içe ve sürekli diğer askerlere önder oluyordu.

Ahmet pusuyu, ben ise nöbetçi çavuşluğu seçmiştim -karakol komutanının yönlendirmesiyle.-

Nöbetçi çavuşluğun en zor yanı, görevin yirmidört saat sürmesiydi. Sabah 08:00'dan, ertesi sabah 08:00'a kadar, sonra yirmidört saat dinlenme. Yirmidört saat çalışmak, ayakta durmak, insan bedeninin fizyolojisine ters geliyordu. Gece saat 02:00 civarında gelen uykuyu bir türlü bastıramıyor; ayakta, sandalyede, duvara yaslanarak uyukluyordum. Ta ki saat 04:30 - 05:00 civarı hava aydınlanana dek sürüyordu bu uyku hali.

Hava çok soğuk olduğundan -özellikle geceleri öldürücü soğuk oluyordu- şu an gece nöbetleri birer saat tutulmakta ve ben yine nöbetçi değiştirmekteyim.

- Hadi nöbetçiler, silah almaya

Diye sesleniyorum gazinoda yaklaşık bir saattir bekleyen hazır kıta erlere.

- Ya, yine mi geldi nöbet saati

Homurdanmaları arasında yavaş yavaş kalkıyor yeni nöbetçiler silah almaya.

Toplam onsekiz kişi, altılı gruplar halinde, üç kulede(mevzide) birer saat nöbet tutuyorlardı.

- Hadi beyler, hızlı biraz vakit geldi. Arkadaşlarımız üşümüştür epey.

Diyerek hızlandırmaya çalışıyorum yeni grubu. Nöbetçiler çıkıp sıralanmıştı silahlarıyla. Nöbetçi astsubaya nöbetçilerin hazır olduğunu bildirmek üzere tim odasına girdim. Nöbetçi astsubay yerinde değildi. Saat 18:00’dı. Muhtemelen misafirhaneye yemeğe gitmiştir, ben değiştireyim ne olacak ki dedim.

- Yülsek tutuş. Kurma kolunu çek, bırak. Emniyeti aç, tetik düşür.

- Pat, pat, pat !

Gelen üç adet patlama sesiyle altı nöbetçi ve ben adeta donmuştuk. Nöbetçilerin tam karşısında değil, yan çaprazlarında duruyordum emniyet açısından. Patlama sesinden beş altı saniye sonra bu şoku ilk bozan nöbetçilerden birisi olan Tanju Karabulut adlı erin sesi oldu.

- Allah kahretsin ya, mayonu* içinde unutmuşum abi ya,

dedi ağlamaklı bir sesle. O an anladım ki Tanju mayonu silahtan çıkarmadan tetik düşürmüştü. Hemen ardından uğultular,

- Ne oldu! Bir şey yok değil mi?

- Tamam kimsede bir şey yok. Tanju ne yaptın ya !

Hemen ardından koşarak gelen birinin bot seslerini duydum. Botlar bağlı değil, üstte yakası açık askeri kamuflaj ve parka da giyilmemiş şekilde heyecandan titreyerek yanımızda biten Nöbetçi astsubaydı. Heyecandan titreyen sesiyle,

- Ne oldu oğlum !

- Komutanım, Tanju mayonu çıkarmayı unutmuş, kimsede bir şey yok komutanım.

- Off. Heyecandan kalbim ağzıma geldi. Birine birşey oldu zannettim. Boğazıma dizildi lokmam.

diyordu halen kendine gelememiş titreyen sesi ve endişe dolu yüz ifadesiyle. Hemen ardından karakol komutanı da olay yerindeydi.

- Çocuklar tamam. Sakin olun. Yılmaz (diğer uzman çavuş), Tanju’nun silahını al , doldur boşaltını yap. Hadi çocuklar siz de nöbet yerlerinize.

Bu heyecan yaratan ve endişe verici olay, günün olayı olmuştu. Ben ise neden kendisine haber vermediğim için sağlam bir fırça yedim nöbetçi astsubaydan –ki haber versem dahi gelmeyecek, sen değiştir diyecekti her zamanki gibi- Askerlik işte. Komutan her zaman haklıdır...
*Mayon: Uzun namlulu bixi silahının mermi şeriti.

6 Aralık 2008 Cumartesi

Soğuk kelimesinin sıcak kaldığı diyar...

15.01.2008

Dün gece yatakta üşüdüğüm kadar hiçbir zaman üşümemiştim hayatımda. Nasıl bir yer burası?

Isıtma, kömürlü sobalarla sağlanıyor. Ağrı'nın kırka yakın Jandarma karakolu arasındaki iki sobalı karakoldan birisiymiş Ulukent Jandarma Karakolu. Gazinoda bir soba, tim odasında (rütbelilerin odası) bir soba, karakol komutanının odasında bir soba ve koğuşta iki soba.

Koğuştaki sobalar ister az, ister çok yansın sadece kendilerini ısıtabiliyordu çünkü izolasyon çok zayıftı, alan iki sobanın ısıtabileceğinden çok daha genişti ve koğuşun PVC dış kapıları sürekli açılıp kapanıyor, hatta çoğu zaman açık kalıyordu. Bütün çarşaflar, yastıklar ve battaniyeler is ve kurum içerisindeydi; terkedilmiş bir yerde, aylardır boş duran yataklar gibi görünüyorlardı.

Ahmet'le yatmaya gittiğimizde boş olan yataklardan iki tanesini seçtik. Soğuk, insanın nefesini kesiyordu. Dışarıda -25, -30 santigrat derece, içeride ise dışarıdan çok da farklı olmayan bir sıcaklık hakimdi. Sanırım en fazla 5-10 santigrat derece daha sıcaktı içerisi. Üzerimde, altımda ve üstümde iki kat yün içlik, ayaklarımda üçer çift çorap ve üstümde de bir askeri kazak vardı. Bunlara ilaveten üzerime bir kazak daha giydim. Ayaklarıma bir çift çorap daha ve bunların üzerine de alt-üst eşofman takımı. Üst eşofmanın üzerine de bir askerin verdiği poları (burada yaptırdıkları, kahverengi, arkasında İlçe J. K'lığı Diyadin Ağrı yazan ve Ağrı Dağ'ını simgeleyen dokuma olan, önünde sağ ve sol göğüs üzerinde Türk Bayrağı arması ve U şeklindeki Jandarma arması bulunan polar) giydim.Artık bir astronot veya robocop gibi hissediyordum kendimi. O an giydiklerimi düşündüm. Üst üste giydiğim dört çift çorap, bacaklarımda iki kat içlik ve üzerine giyilen eşofman.Üst kısmımda iki kat içlik, üzerine giydiğim iki kat kazak, üzerine eşofman ve polar. O an halen bir yerlerim üşüyordu. Başım, kulaklarım ve burnum. Son olarak da beremi geçirdim başıma. Bereyi sadece burun deliklerim açık kalacak şekilde iyice çektim aşağıya. Yatağa girmeye hazırdım artık diye düşündüm kendi kendime. Yapmam gereken bir şey daha vardı, battaniyeleri ayarlamak... Battaniyelerin en yenisi beş, en eskisi yirmi yıllıktı. Bunu her bir battaniyenin sağ alt köşesine işlenmiş rakamlardan anlıyordum. "J. Gn. K'lığı 1989" gibi. Battaniyelerin kenarları, halı püskülleri gibi olmuştu artık ve is ve kurumdan dolayı çok kirliydiler ama bunu düşünecek durumda değildim. Zaten kimse de düşünmüyordu. Beni soğuktan koruması, battaniyelere olağanüstü bir saygınlık kazandıracaktı. Dört tane battaniyeyi ustalıkla ve özenle serdim yatağıma. Batteniyelerin duvar tarafında kalan kenarlarını, kaymamaları için yatakla duvar arasına iyice sıkıştırdım. Artık herşey hazırdı.

Yavaş hareketlerle battaniyelerin altına girdim ve bir birbuçuk dakika boyunca açıkta kalan her yeri kapatarak kendimi yatağa iyice gömdüm. Artık tamamdı. Ama bir gariplik vardı hala, üşüyordum. Vücut ısımın ortamı ısıtması üç beş dakika almıştı. Dışarıdan hava girmediği sürece üşümğyordum artık. Harika bir duyguydu bu. Arada bacaklarımın hareketiyle battaniyelerin altına dolan hava kendini hemen hissettiriyor, kısa bir süre sonra içerisinin sıcaklığında kayboluyordu. Her akşam yaptığım gibi duamı ederek uyuyacaktım artık. Dualarımı bitirdikten sonra vücudumda soğuğu hisseden çok küçük alanlar kaldığını anladım. Burun deliklerimin çevresi, yanaklarım ve çenem. Çok rahatsız edici bir durum değildi bu ve bütün gün hiçbir şekilde ısınmayan hatta çoğu zaman hissetmediğim ayaklarımın ısınması bana yeterince huzur ve rahatlık veriyordu...

Bu rahatlamayla uykuya daldım...

Ölükent...

14.01.2008
- Ölükent abi burası Ölükent,
diyordu Fahrettin bağıra bağıra. Land'ın arkasında, açıkhavada giderken ancak duyuluyordu çünkü sesi. Diyadin'i henüz çıkmıştık. Çıkar çıkmaz yalçın dağlar, dağlar arasındaki düzlükler ve daha önce çok da rastlamadığım türden kayalıkların içindeydik işte. Her yer bembeyaz. Uçsuz bucaksız göz alabildiğine kimsesiz ve sessiz topraklar. İnsanın aklına ilk gelen şey, bu topraklarda insanların nasıl yaşadığı oluyor.
- Niye Ölükent
dedim tanıştığım yeni asker Fahrettin'e.
- Gidince nalarsın ağabey.
dedi. Gülümser bir edayla...

Yılbaşı...

31.12.2007
- Yılbaşı eğlencesi zorunlu. Herkes katılacak...
- Komutanım bir durum arz edebilir miyim?
diye atıldı bir komando er.
- Söyle
dedi komutan.
- Komutanım. Hastayım. Boğazım şişti, ben istirahat edebilir miyim?
- Eğlenceye katıl, iyileşirsin... !
- Emredersiniz komutanım.
Böyle başladı 2007'yi, 2008'e bağlayan gece içtima alanında.
Normal düzenlenmiş haliyle 50 - 75 kişi alabilecek er gazinosu, önce masaların U düzeni alması, ardından da ortadaki boşluğa yerleştirdiğimiz sandalyelerle 220 - 250 kişilik olmuştu işte... Sandalyelerin arasında boşluk kalmaması da önemsiz bir ayrıntıydı bu gece için. Üstüne üstlük faydası da olmuştu. Artık sandalyelerin yere sürterek ses çıkarması da fiziken mümkün değildi.
Bizim tertipten Ali Yaşar'ın saz çalması için biraz alanı vardı en azından. Ali Yaşar merkezli yarım metre çapında bir daireydi bu...
İyice bunalıp dışarı çıktım eğlence başladıktan yaklaşık bir saat sonra... Dondurucu soğuktan içerisinin neredeyse görünmez hale geldiği er gazinosundan zorlukla da olsa içeriye baktığımda, durumun dışarıdan daha da fena göründüğünü fark ettim. Bir film izler gibi izlemeye koyuldum. Cızırtılı anfilerden Ali Yaşar'ın bağlamasının nameleri yankılanıyordu...
- Şu metrisin önü, bir uzun alan. Bir tek seni sevdim. Gerisi yalan...

Yine kaza, yine kaza....

26.12.2007
- Bu ibriğe porçöz koyan zihniyetin...
- Ne oldu !
- Sular kesildi. Ben de sabunlu kalan yüzümü yıkamak için bunu dökeyim dedim. Yandı yüzüm...
Lavaboya girdiğimde bu diyaloglar yaşandı aramızda, ismini bilmediğim takım arkadaşımla aramızda. Hemen koridora çıkıp bölük kıdemlisi Cihan'a seslendim.
- Cihan... Çabuk koş gel lavaboya...
Tuvalet musluğunun altındaki ibrikte kalan suyla yıkadık yüzünü arkadaşın... Yüzüne döktüğü şey, deterjanla karıştırılmış çamaşır suyuymuş... Neyse ki ciddi bir sıkıntısı olmadı...
Saat 19:00 oldu. Koğuş hareketli... Odaya girip çıkanın haddi hesabı yok. Koğuş değil adeta revir. Yan ranzada Ertan'ın beline masaj yapılıyor. Yan odada iki kişi yüksek ateşte... Hergün üç beş kişi ciddi şekilde hastalanıyor. Allah hepimize kuvvet versin...

İlk ceza...

24.12.2007
- Oğlum! şarjörleri tak emri verdik mi, niye taktın o şarjörü ?
- Komutanım, cebimde yatıp kalkamıyordum. Hemen çıkarıyorum.
- Çıkar ve şınav pozisyonu al hemen. Ben saymadan hareketleri yapma.
- Emredersiniz komutanım...
- Bir... (birkaç saniye bekleme...)
- İki... (daha uzun birkaç saniye bekleme...)
ve ona kadar giden sayılar...
Komtan kalk dediğinde kollarım bir felçli gibi tutmuyor ve titriyordu iradem dışında...
Bugün şu ana kadarki eğitimimizin en zorlu günüydü...
Sabah 06:00'da çıkmıştık dışarıya... 08:00'da, -18 derecede başlayan eğitim, ayaklarımızı hissetmemeye başlamışken (ayak diye bir uzvum olduğunu artık unutmuşken) yemekhanede devam etti. Mükemmel bir saat geçirmiştik yemekhanede. Isınmıştık ancak asıl zorluk bundan sonraymış...
11:00'de dışarıya yeniden çıktık ve saat 17:00'a kadar öğlen yemeği arası hariç, tüm eğitimin tekrarı ve günün sürprizi koşu... Yaklaşık beş kilometre koştık. Dilim ağzımdan fırlayacatı sanki. Dura dura da olsa parkuru tamamlayanlardan olup, şınav ve yat kalktan kurtuldum. Şu an saat 19:00 civarı bitkin bir şekilde attım kendimi yatağa, birçok diğer arkadaşım gibi...

Kara gün...

23.12.2007
Gökyüzü kara bir çarşaf gibi uzanıyor gecenin ayazında. Sadece dolunay etrafını aydınlatıyor. Yıldızlar saklanmış sanki... Er gazinosundan koğuşlara yaklaşık 100 - 150 metre yürüyorum. Kalbim kırık yine. Basit bir kaprisin esiri olmuş sevgilimin telefonda söyledikleri yüzünden. Ne yapacağımı bilmiyorum bu konuda... Kendimi çaresiz ve zayıf hissetiğim başka bir konu olmadı hayatımda.
- Ozan, her gün yazacak ne buluyorsun?
diyor Hakan, koğuş arkadaşım ben bu satırları yazarken.
İçimdekilerle dışım o kadar zıtki şu an...
Umarım uyuyabilirim. Umarım şafak daha aydınlık doğar yarın...

Türkülerle gelen duygular...

22.12.2007
Şafak söktü yine, sunam uyanmaz...
Hasret çeken gönül, derde dayanmaz...
Koğuş odasında beş altı kişiyiz. İbrahim, Ali, Hıfsı, Erkan ve ben. Konservatuar mezunu olduğunu bugün öğrendiğim ve bugün konuştuğum Ali Yaşar, ardı ardına patlatıyor türküleri sazıyla, sözüyle... Türkü dediysem harbi türkü... Ağzıyla, usulüyle...
Saat 19:00'u geçiyor. Maç izleme planımı, ikinci yarıya bırakarak, veriyorum kulağımı Ali Yaşar'ın söylediği Türkülere...

Sayım...

21.12.2007
Saat 22:00'yi geçti. Yine yat saati geldi. Kurban bayramının ikinci günü bugün. Bugün bayram havasından çıktık. Eğitim yaptık. İlk bulaşık nöbetini tuttuk. Bir daha o yemekhanede nasıl yemek yerim bilmiyorum!...
Bugün yüzüğümden parlayan ışık aldı götürdü beni uzaklara. İlk buluşma, ilk dokunuş geldi aklıma...
İşte, yat sayımına gelen nöbetçi astsubay koridorda yakaladı beni.
- Odanıza geçin çocuklar, sayım yapacağım...
Koğuş nöbetçisi olan badim Hıfsı ile odaları dolaşıyor...

Er Nevzat...




20.12.2007


- Ağabey dağda göreceksin komutanları. Nasıl babacan ve ağabey oluyorlar.

Nevzat'tı konuşan. Nevzat Kırıkkale'li. İstanbul Esenler'de oturuyormuş. PVC satışı yapan bir firmada çalışıyormuş. Yakışıklı çakı gibi bir komando er. Devam ediyor Nevzat;

- Acemiliği İzmir Foça'da yaptım. Eğitim çok zordu ağabey. Gerçek mermilerle tatbikatlar, yanımıza torpil atıp el bombasından kaçış eğitimi...

Gerçek mermilerle eğitim verirken bizi yere yatırıp üzerimizden kurşun atıyorlardı. Bir kalksak vurulacağız. Zaten 2003 yılında bir astsubay komando kayadan seken kurşunla ölmüş. Eğitim zaiyatı (!)...

Bugün bayram. Kurban bayramının birinci günü. Son on gündür ilk defa iki saat daha fazla uyudum, 07:00'da kalktım. Badim Hıfsı;

- Ozan kalk. Arkada kurban kesiyorlar. Bizim kurban (aramızda para toplamıştık)

- Ben biraz daha yatacağım. Sonra gelirim.

Böyle başladı gün. Saat 09:00'da çıktığımda dışarıya, arka tarafta kesilen iki koçun (birisi bizim, birisi komandonun) etleri bir yandan parçalara ayrılıyor, bir yandan da odun ateşi üzerindeki saçta tadımlık olarak konuluyordu. Et kokusundan yiyemedim o an. Öğlen Albay geldi bayramlaşmaya. Bizim kısa dönem seksen kişi ilk defa bu denli başarılıydı selamlamalarda ve saf düzeninde. Albay'ın konuşması hepimizi heyecanlandırdı.

Daha sonra (saat 13:00'dan) ertesi gün 09:00'a kadar istirahatliydik. İşte asıl bayram bu oldu bize....

Akşam saat 20:00 civarı dalmıştık Nevzat'la sohbete bizden Kayseri'li bir arkadaşla birlike. Nevzat uzun uzun anlattı ben de heyecanla dinledim.

- Hayatımda dağ taş görmemiştim ağabey, şimdi dağdan inmez olduk !

Arife...


19.12.2007


Arife bugün. Bayramın gelişini hissedemesem de... Bayramın farkı iki saat daha fazla uyumak olacak sadece. Beş yerine yedide kalkacağım. Saat 23:00 oldu. Işık kapanmak üzere, daha doğrusu ben kapatacağım. Kimse ses etmeden işimi bitirmeliyim.


Bugün ilk defa tanıştım hayatımda silahla hem de askerlik eğitimimin üçüncü gününde. İlk defa dokundum bir silaha.

5 Aralık 2008 Cuma

Kaza geliyorum demiyor / Şoförsüz araba...


18.12.2007


Zeytin gözleri kocaman olmuştu, koğuş kapısından adeta içeri fırlattı kendini;


- Nöbetçi nerede, koğuş nöbetçisi nerede?


diye titrek ve heyecanlı sesiyle bağırıyordu. Gelen Üzeyir'di. Kalem kaşlı, temiz yüzlü, yakışıklı, zıpkın gibi bir komando erdir Üzeyir. Huyu da fiziği gibi güzele benziyor. Üzeyir'i ilk defa böyle görmüştüm. Titriyordu adeta. Bir gariplik vardı, kesindi ancak ne olduğu hakkında en ufak bir fikrimiz yoktu. Badim Hıfsı, arkadaşım Ali ve ben donakalmıştık. Ali refleksle, sanırım Üzeyir'i kendine getirmek için Üzeyir'in çenesini tuttu ve salladı. Üzeyir yeniden birkaç kelime de olsa konuşmaya başladı.


- Araba, kaydı, çarptı...

- Ne arabası, kime çarptı


diyerek ve Üzeyir'i iteleyerek fırladık kapıdan. Manzara anlatıyordu olanları. Kademe askerlerinden birisi, askeri jiple (land rover) kısa dönemlerden, bizim bölükten, Cenk'e çarpmış. O an Cenk'in başındaki kalabalıktan o olduğunu bilmiyorduk tabi. Aramızda 50 metre kadar vardı. Bir jip, jipin önünde toplanmış ve yere bakarak bağıran seslerden ibaretti herşey.


- Çekilin, dokunmayın, kaldırmayın...


Koşarak diğer arkadaşların yanına ulaştık. Sesler devam ediyordu. Yerde yüzüstü yatan birisi vardı ancak kim olduğunu hala bilmiyorduk. Kalabalığın en arkasından birisine sorarak Cenk olduğunu öğrendim. Cenk'i şahsen tanımıyordum. O anki halimi ve duygularımı tarif edemem. Aklıma, ya kötü bir şey olduysa fikri, hemen ardından da ailesi, annesi, babası varsa eşi ya da sevgilisi geldi. O an gözüm 3-4 santimetre kalınlığındaki kar üzerinde oluşan 5-6 metrelik fren izine takıldı ve hemen ardından Cenk ses verdi.


- Sanırım iyiyim. Ayağa kalkmayı deneyeceğim.


bir insanın konuşabildiğine bu kadar sevinebileceğim hiç aklıma gelmezdi. Derin bir oh çekerek askerlik günlerimi düşündükçe çekeceğim ızdıraptan kurtulduğuma sevindim en çok.


Cenk şimdi yatağında uyuyor. Sadece yumuşak dokusunda hafif ezilme var. Komutanlar sağlık konusunda son derece titizler. Ağrı'daki imkanlarla ne yapılabiliyorsa en iyisini yapıyorlar.


Cenk, hastanede kontrol edilmiş ve istirahat verilmiş. Hiçbir ciddi sıkıntısı yok. Bu gece hepimizin yüreğini ağzına getiren ve moralimizi bozan olay bu oldu. Gece diyorum çünkü olay 18:30 civarında oldu. Bu da Ağrı'da gece demek.


Cenk henüz yerde yatarken olay mahaline gelen Astsubay, şoförü sordu. Şoför ortalarda yoktu. Belli ki korkusundan kaçmış. Kademenin 2-3 askeri de olay yerindeydi. Askerlerin verdiği cevap da ilginçti.


- Bilmiyoruz komutanım. Kimse sürmüyordu !!!

İstanbul özlemi...


17.12.2007


Onaltı kişilik koğuşumda, orta bitişik yataklardan birinin alt katındaki yatağımdayım yine. İzmir'li makina mühendisi Alper, odadaki arkadaşlarının yanında muhabbette.


Bugün daha erken girdi herkes yataklarına. Saat yeni 20:00 oldu. Çok yorulduk. Şınav, çökme, çömelme, esas duruş, rahat, hazırol, tören yürüyüşü, uygun adım yürüyüş, saf düzeni... Devam edersem sayfalar dolacak. Gerçekten çok zorladı hepimizi. Belimden ayak parmak uçlarıma kadar bütün kaslarım ağrıyor. Onun dışında bir sıkıntım yok. Sevgilimi özledim biraz. O kadar da olacak...


Arayamadım bugün kimseyi, açıkçası kendimi zor attım yatağa.


Çok farklı mesleklere sahip insanlar var aramızda. Öğretmen, polis, öğretim görevlisi, mühendisler, işletme, iktisat, fizik, kimya, matematik, konservatuar... ama yine de toplu yaşamak uyum işi....


İstanbul nasıl acaba şu an? Galata'da eğlenmede insanlar, Süleymaniye'de ibadette... Bekle beni İstanbul...

Alışacaksın...


16.12.2007


Sabah her zamanki gibi 05:30'da kalktık. Alışmıştık artık, herşeyi sırayla ve düzen içerisinde yapmaya. Uyandıktan hemen sonra tuvalet ve lavabo ihtiyacı, ardından giyinme. Giyinme kısmı halen uzun sürüyor. Hele o botlar... O botları giymek henüz tam açılmadıkları için çok zor oluyor gerçekten.


Bugün pazar. Saat 07:00'da dışarıya çıktığımda kahvaltı bitmişti. Özellikle geç çıktım. Kantinden iki poğaça ve bir çay işimi görüyor nasıl olsa. Dedim ya bugün pazar. 09:00'a kadar kimse gelmedi. Orhan astsubay geldi en sonunda içtima almaya. Orhan astsubay Nevşehirli, çok açık sözlü, samimi ve babacan. İştimadan sonra gazinoda (gazino deyince eğlenceli bir mekan geliyor insanın aklına oysa dört duvar ve sandalyelerden ibaret askeriyede er gazinoları) ilk dersimize geçtik. İki saat sonra saatler onbiri gösterdiğinde ilk nöbet saatim gelmişti. Orhan astsubaydan izin alarak koğuştaki yerime doğru ilerledim. Elağzığ'lı Soner'den devraldım koğuş nöbetini.


Şu an bu yazıyı yazarken, koğuş koridorunun başında bulunan nöbet yerinde nöbetteyim. Onbir oniki nöbeti. Yanımda kademeden (bakım - onarım) Ramazan Çavuş var. O da kendi birliğinin nöbetçisi bugün. Koğuş ince uzun bir koridor ve koridora sağlı sollu sıralanmış onbir odadan oluşuyor. Bir de tuvalet var içeride. Duvarlar talimatlar ve uyarı resimleriyle dolu. Ramazan'la sohbetteyiz...


Saat 22:00. nöbetten sonra aynı düzen içerisinde geçti günümüz. Bugün ilk defa yanaşık düzen eğitime geçtik. Eğitim az da olsa zorlayacak görünüyor. En kalabalık koğuşlardan birine düştüm. Odada şu an onaltı kişi var. Yatmak için son hazırlıklar yapılıyor. Hıfsı Hocam (Fırat Üniv. doç.) botunu boyuyor ayak ucumda. Soldaki yataklarda Hakan, Serkan ve birkaç arkadaş yol izni muhabbetinde. İşte yine hızlıca açılan kapı ve kar maskesiyle içeri dalıp "paspas var mı?" diye soran Avukat Onur. Biraz fazla konuşup densiz olduğundan normaldir bu tür hareketler onun için. Herkes yorgunluktan bezmiş temizliğini yaparken, o botlarla hala !...


Bugün odam üçüncü kez değişti. Söylemiştim onaltı kişilik bir koğuş var. Benim yatağım duvar dibinde değil ortada kalıyor. İki ranza yan yana ve ben alt kattayım. Yanımdaki ranzanın alt katı yatağıma bitişik. Garip bir durum. İsmini bilmediğim yan komşum homurdanarak uyumayar çalışıyor. Belli ki seslerden ve ışıktan rahatsız. Birkaç dakika içinde ışıklar sönecek ve ben yine uyumaya çalışacağım...

26 Haziran 2008 Perşembe

İlk Gün...




13.12.2007


Atatürk havalimanı iç hatlar terminali. Hava henüz aydınlanmış. Altı çift yaşlı göz uğurladı beni sabah 06:30'da. Gözlere teker teker son kez dönüp baktığımda, içinde bulunduğum durumdan kurtulma olarak gördüğüm askerlik o an içime oturdu. Arkamı döndüğümde tüylerim diken diken olmuştu. Tabanımdan başıma ince bir sızı yükseldi. Gözlerime yaş akın edecek gibiydi. O an durdum. Silkindim. Merdivenlerden inince her şey geçmişti.


Uçsuz bucaksız ve bembeyaz tarlaların arasında bulunan Ağrı havaalanına sarsıntılı bir iniş yaptı Airbus A-319. Ağrı havalimanı küçük bir kulübeden ibaretti.


Birliğe teslim olup bekleme saatlerine başladık. Önce Jandarma İl Komutanlığı, ardından Jandarma Asayiş Komando Komutanlığı. Bir araçtan diğerine biniyor, herhangi bir eşya gibi istifleniyorduk araçların içine. Asıl sürpriz akşamaydı. İlk defa bu kadar kirli bir çarşafta yatacaktım. İşin ilginç tarafı ise; tertemiz gördüğümüz çarşaf ve nevresimlerin denetleme için oluşuydu. Bir Astsubay başçavuş akşamüstü bu temiz takımları çıkarttırmıştı tüm koüuşlardaki yatakların her birinden "onlar denetleme için" diyerek.


Her şeye rağmen kendimi dinleyebileceğim bir zaman olacak askerlikte geçireceğim vakit, hissediyorum. Ne de olsa vatan borcu...